içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

Halk İçinde Bir Ayna: Hazreti İnsan

Halk içre bir ȃyineyim herkes bakar bir an görür
Her ne görür kendi yüzün ger yahşi ger yaman görür
      
Bu derinlikli şiirin bu beytini veya benzeri beyitleri açmaya çalışırsak, ardında bir vahdet düşüncesi, "ahadiyetül ayn", herkesin kulağına geldiği şekilde söylersek "vahdet-i vücut" düşüncesi ortaya çıkar. Düşüncesi de değil, hali ortaya çıkar.

Burada halk içinde bir ayna olan insan-ı kȃmil’i iyi anlayabilmemiz için, tasavvufta fark, cem ve cemden sonra fark diye adlandırılabilecek bir süreç var. Bunu tabir-i caizse bir piramide benzetirsek, fark halindeyken gaflet içinde bir insan, cem halindeyken Hak'ta, Hak bilincinde, Hak şuurunda olan bir insan ve cemden sonraki farkta ise halk içindeyken her an Hak'ta olan bir insandan bahsediyoruz. Bu nasıl olur; bu nasıl bir kimliktir, onu iyi anlamamız lazımdır.

İşte halk içinde bir ayna olan Hz. İnsan, aslında Allah'ın rengine boyanmış, (Kuran’daki tabirle sıbgatullah) kişi demektir. "Ona bakan bir an görür" buradaki "an" kelimesi birkaç mȃnȃya geliyor. Bir mȃnȃsını herkes bilir. O andaki halini, kendi halini o insanda görür demektir. Bir de "an" kelimesinin "güzel" mȃnȃsı vardır. Halk içinde o güzel’i görür. “Allah güzeldir, cemildir ve güzeli sever.” Hadis bu. E güzel olmayan mı var? Hayır, burada mutlak güzel kastediliyor. Yani eşyanın suretindeki güzellik değil, özündeki güzellik kastediliyor.

İşte o an içinde kişi, "Her ne görür kendi yüzün (kendi yüzünü görür), ger yahşi ger yaman görür." Ne durumdaysa öyle görür. Yahşi, yakışıklı demek. Azerbaycan'daki kardeşlerimiz şu anda bu kelimeyi kullanıyor. Biz de eskiden kullanırdık. Ya yakışıklı, güzel görür yahut yaman görür. Yaman (kötü) demek. O anda eğer nefsi emmare’yle yani hayvani nefsle bakıyorsa, sureti ne olursa olsun, içinden o hayvani özelliklerle bakar, öyle görür diyor.

Şimdi tabi konumuz vahdet-i vücut olunca bu biraz daha ilerilerde hatta vahdet-i vücudu anlamak noktasında olan insana hitap eden bir beyit.  Vahdet-i vücudu yaşamaya çalışan insanın haline girmeden önce, vahdetin ne olduğunu anlamak icap eder.  

Vahdetin birlik bilinci, birlik bilincinin de aslında içinden çokluğa doğru ilerlediği rota üzerinden gitmemiz gerekir. Tabi sembollerle de götürmemiz lazım bu mevzuyu. Bazı sembolik ifadeler var. En meşhurlarından bir tanesiyle söze girelim.

Nokta anlatılmaz, nokta olunur

Hz. Ali Efendimiz Peygamberimizin bulunduğu bir mecliste konuşuyorlarmış. Peygamberimize demek ki sorular soruldu. O da çokluğun içindeki birlikten kinaye mevzuyu sahabenin anlayacağı şekilde anlatırken, Peygamberimiz "İlim bir noktadır" demiş.
Hz. Ali Efendimiz de tebessüm ederek buna mukabil, "O nokta benim." demiş.

Bu hadisi ve Hz. Ali Efendimizin ilaveli cümlesini erenler pek sever. Mesela Hz. Mısrî'den çıktık yola. Niyȃzî Hazretlerinin noktayla alakalı pek çok ifadeleri vardır. Mesela bunların en meşhurlarından bir tanesi, “Noktayı fehm eylemektir ilm-ü irfȃndan garaz.” (İlim ve irfan elde etmekten maksat, noktayı bilmektir. Noktayı anlamaktır, idrak etmektir.)

"İlim bir noktadır. Cahiller onu çoğalttı." Hz. Ali Efendimizin sözünün anlaşılmasıdır. Yani cahillikten kurtulmaktır maksat. Şimdi o zaman, bu sembol üzerinden de gidebiliriz veyahut da "deniz", "umman", "bahr".

“Bahr içinde katreyim bahr oldu hayrȃn bana / Ferş içinde zerreyim arş oldu seyrȃn bana.” Böyle ifadeler var yani. Dolayısıyla "deniz", "katre", "damla", "şems", "zerre" vs. gibi sembollerin en güzellerinden bir tanesi tabi ki Resullulah Efendimizin ve Hz. Ali'nin ağzından çıkan ifadelerden birisidir; "nokta".

Şimdi, kardeşlerimiz ellerine bir tane doksan dokuzluk bir tespih alsınlar. Bu tespihin bir imamesi var. İmameden sonra bir gedik var ve sonra daneler var. Çoğul var yani. Çoğulun başı, bire bağlı. Yani o imameyi nokta kabul edersek, bu çoğul olanı imamenin yani noktanın açılımı gibi düşünelim.

Şimdi şu cümle veya şu görüş çok önemli. Bir tasavvuf meclisinde bulunsak, mesela Hz. Mevlȃnȃ'nın meclisinde bulunmuş olsak, Tapduk'un, Hacı Bayram-ı Velî'nin, yani vahdet-i vücudu hal edinmiş büyüklerimizin meclisinde bulunmuş olsak, "Efendim! Bize vahdet-i vücudu anlatır mısınız?" desek, bu cahilane bir soru olur. Çünkü, bu anlatılmaz. Senin vahdet-i vücudu yaşaman için, o anlatır, anlatır.

Bir gün sen o noktayı anlarsın.

Anladığın zaman da tabir-i caizse bal çanağının içine düşmüş sinek çırpınır, çırpınır, nasıl orada balın içinde yok olursa veya pekmez tabağının içinde sinek, nasıl çırpındıkça batar ve yok olursa yahut da tuz gölüne batmış bir mahlukat nasıl tuza dönüşürse, orada konuşmanın imkȃnı yoktur artık. Nokta anlatılmaz. Nokta olunur. Nokta.


Varlıkta yokluk, çoklukta birlik

Elimize bir tespih alalım. Bu tespih elimizde dursun böyle ve ben konuşmaya devam edeyim. Vahdet nedir, kesret nedir? Bunların temelinde sahi biz bu dünyaya niye geldik sorusu var. Esas problem bu. Biz bu dünyaya niye geldik? Bunu çözümlememiz lazım. Bu soruyu sorduktan sonra merkeze yani noktaya, yani "ahadiyetül ayn" dediğimiz Allah'ın varlığına gitmemiz, Allah'lık makamına gitmemiz, oradan tecelliyi yani zuhuru, Hakk'ı anladıktan sonra, halkı anlamamız lazım.
 

“Kesreti vahdette bilmek birliği kesrette hem / Bir ilimdir ol ki cümle irfȃn andadır.” En büyük ilim, en büyük irfan kesreti vahdette, vahdeti kesrette bilmek. Dinler ya kesretten vahdete götürür insanı ya da vahdetten kesrete götürür. Yani bunun birisi İseviliktir, birisi Museviliktir. Yani kesretten vahdete giden yol İseviliktir, çünkü İsevilik teşbih dinidir. Buraya girmememiz lazım ama yeri gelmişken söyleyelim. Vahdetten kesrete giden, yani eşyanın hakikatine doğru yolculuk yapan din de Museviliktir. Hz. Musa (a.s) "Ya Rabbi bana kendini göster." eşyada, her yerden tecelli ediyor ama gene anlayamıyor. Bütün varlıktan tecelli ederse anlayacak.
Bizim gibi Peygamberimizin etrafındaki sahabeden kişiler de, soruları olan kişiler, takılıyorlar. Bir günde insan vahdet meselesini hal edinemez. Bir ömür ister bu.  E biraz da insan felsefeye meraklı. Bir an önce cevap almak istiyor. Fakat bu akli olur. Yani peygamber de olsa, büyüklerimiz Mevlȃnȃ da olsa, Yunus da olsa, cevap verseler aklına hitap eder. Bu hitap gönlümüze inmez.
Yemen'den bir sahabe ekibi gelmiş. İçlerinden birisi soru soruyor. "Ya Resulullah! Hiçbir şey yokken, yani eşya, şu görüntüler yokken, ne vardı?" Peygamberimiz tebessüm ederek cevap veriyor. "Allah var idi. Onunla beraber bir şey yoktu."
 

"E peki O neredeydi?"
 

Şimdi "Nerede?" Yani mekȃn izafe ediliyor. Merak. "O ȃmȃ'daydı." diyor.  Şimdi, elimizde tespih var ya! "O ȃmȃ'daydı." "Amȃ" nedir? Sözcüklere bakalım şimdi. Mesela modern Arapça sözcüklere bakalım. Oksijen, hava, karanlık ȃlem vs. İzutsu'nun kitabını rahmetli Ahmet Yüksel Özemre Hoca çevirirken "Füsus'ta Anahtar Kavramlar" adlı eserinde mesela "karanlık ȃlem" veya "hava, boşluk" vs. gibi çeviride karşılıklar bulmaya çalışıyor. Hoca da bunları böyle yerli yerinde tercüme edebilmek için, bayağı emek çektiğini söylemişti bendenize. Ama ne yazarsa yazsın ȃmȃ ȃleminin karşısına, o senin zihninde, gönül dünyanda bir karşılık bulmuyor. Neden biliyor musun? Yaşamadığımızdan karşılık bulamayacak. Neyse detaya girmeyelim burada da.
 

"O ȃmȃ'daydı." diyor. Anlamış gibi artık yani. Eğer kişi tasavvuf yoluna girerse anlamış gibi yapmaz. Yavaş yavaş; seyr-ü sülȗk dediğimiz usulle sindire sindire yolculuk tamamlanır. Yolculuğun her safhasında ȃmȃ ȃlemine giden köşelerde işaretler gelir. Tıpkı yolda giderken kedi gözleri var ya. "Buradan git" diyor sana. Yani orada ışık veriyor gibi oluyor. "Buradan git, buradan git… Bunları çözümleyerek git!" diye işaretler gelmeye başlar. Aşık Yunus'un ifadesiyle;
 

“Adım adım ileri bu ȃlemden içeri / On sekiz bin ȃlemi gördüm bir dağ içinde.” Dağ dediği benlik. Benliğimizin içinde işaretler gelmeye başlar. İşte, "O ȃmȃ'daydı."  Peki sonra? Şimdi imamenin ikinci gediğine gelelim. Sonra, kendi varlığından bir varlık var etti, "Nȗr-ı Muhammedî". Peki bunu neden yarattı Allah? Yani kendi varlığından ayırmadı. Bak, burada dikkat etmemiz lazım.

Varlığından bir şey zuhur ettirdi. Varlık kendisinden koparmadan, bir şeyi sergilerse, diyelim ki işte ete kemiğe bürünmüş ama sesi çok güzeldir. Sesin varlığından ayrı mı? Parmakların varlığından ayrı mı? Böbreklerin varlığından vücudundan ayrı mı? Değil. Demek ki kopmadan, koparmadan, merkezden ayrılmadan bir şey. İşte buradan tȃ aşka gideceğiz. Merkezden ayrılmadan meydana gelen bir şey. İşte buna "sıfat" denir.

Sen olmasaydın!

"Levlȃke levlȃk lema halaktu'l eflak…" (Sen olmasaydın Ya Muhammed! Ben bu varlığı yaratmazdım). “İyi de bu varlığı neden yarattın?" diye soruyoruz şimdi Rabbimize. "Ben gizli bir hazineyim (Küntü kenzen mahfiyyen), bilinmeyi sevdim."
 

Müthiş bir ifade. Hazine ne olur? Kazılırsa ortaya çıkar.
 

Yani “Kazdım kahır kazmasıyla cȃnda cefȃ ocağını” diyor Yunus. Candaki cefȃ ocağını kazmazsa kahır kazmasıyla, yani yokluk kazmasıyla, içindeki hazineye ulaşamaz. İçindeki hazine, ahadiyetül ayn ve yaratılışın biricik sebebi; bilinme sevgisi... Bilinme sevgisinden dolayı kendisine ayna, kendisine model, kendisinin aynısı, aynısının tıpkısı bir varlık Muhammed. Hz. Süleyman Çelebi'ye gidelim. Ne diyor? Peygamber Efendimizi en iyi anlatan mısra veya beyit.
 

“Bile yazdım adın ile adımı.” Buradaki "bile" beraber demek.

“Beraber yazdım adın ile adımı Ya Muhammed!" Allah, hemen yanına Resul diye yazmış. "Resulullah". Varlıkta Hakk'a en yakın, iç içe, sefer tası gibi, Matruşka gibi, İç içe olan muhteşem ifade. "Bile yazdım adın ile adımı."
 

Şimdi yolculuk nereye? "Küntü kenzen mahfiyyen"den dem vurduk. Sen ahadiyetül ayn'dayken yani O'nun varlığındayken, biz buna "deniz" diyelim, "umman" diyelim. Bu bilinme aşkı, bilinme sevdası dalgalanmaya sebep oldu. Aşk içindeki muhrik güçle oluşa sebep olan bir alana girdi ve oluş başladı. Şimdi buradaki ifadeye dikkat edelim, "oluş başladı". Hiçbir şey yokken, birdenbire olmaya başladı. "Kün" dendi, olmaya başlandı. Bunu yanlış anlıyor halk. Düzeltelim, "oluş ezelden beri vardı" çünkü O ezeldir. Şimdi, ebed. Hȃlȃ devam ediyor. Şimdiki ebed, ezelin de başlangıcı. Devam edip duruyor. Oluş daimidir. Allah var idi, yarattı, çekildi gibi anladığımız zaman, sen bunu anlayamazsın. Oluş, devam eden bir şeydir.
İşte o oluşun başı aşktır, ortası aşktır, sonu aşktır. Yolculuk aşktan ibarettir. Aşk, kendisine ȃşık olarak, kendinden kendine bir daireye sokuyor ve bilininceye kadar, sen bu yolculuğu devam ettiriyorsun. Nerelerden geçerek!

Yolculuk nereye?

“Hak katından ruhsat aldık dünyaya / Türlü köprülerden geçerek geldik / Transit gelmedik biz bu binaya / Konaktan konağa göçerek geldik .” Şimdi bu tespih istiharesini bitirelim. Nȗr-ı Muhammedî yaratıldı, "Levlȃke levlȃk" sırrı yaratıldı ve varlık dairesine girildi. Bir zerre, havadaki zerre varlık dairesine girdi. Yukarıdan aşağıya havadan ateşten, ikisi birleşti. Sudan katılaştı, topraktan yuvarlana yuvarlana geliyoruz. Hz. Mevlȃnȃ Mesnevi'nin üçüncü cildinde, dördüncü cildinde, iki ayrı yerde, "Fîhi Mȃ Fîh"in bir yerinde, herhalde ya Celȃleddin Rumî, "Biz nereden geliyoruz?" diye herkesin sorduğu, yani "Biz kimiz, ne yapıyoruz, ne işimiz vardı?" diye sormuş olacaklar ki, üçüncü cildinde;
 

“Ey insan! Sen buraya bir günde gelmedin, bu insan vücudunu sen durup dururken bulmadın. Nereden geldin? Ta havadan, ȃmȃ'dan, ateşten, sudan, topraktan yuvarlana yuvarlana geldin. Toprakta bir bitki olarak ortaya çıktın” diyecek. ("Sizi yerden bitki olarak çıkardık." diyor ȃyet-i kerime). Ondan sonra geldi bir hayvan şöyle oldu, böyle oldu, yedi etti kıldı, süründün uçtun kaçtın, şimdiki surette insansın. Sen böyle de kalıcı değilsin. Sen burada kalmak için gelmedin. Sen dünyaperest değilsin. Dünyalı değilsin. Senin memleketin burası değil. Senin vatan-ı aslin burası değil.
Ne dedi Yunus? "Bir diyȃra gelmişim bu benim vatanım değil.”  Bir beldeye gelmişim bu benim yurdum değil. Lȃ mekȃn bizim yurdumuz. Yani Hakk'ın varlığı. Asli vatanımız O'nun varlığı. Biz o zaman burada, bu elbiselerde geçiciyiz. Bir yolcu var içimizde; can. O ilk yaratılan nüve, onun adına "can" diyelim, "ruh" diyelim. "Ruh" zaten yolcu demek, yürüyen demektir Arapça’da. Ve o dönüp dolaşıyor, dönüp dolaşıyor, insana geliyor. Şimdi Niyȃzî Mısrî'den başladık ya! Gene devam edelim.
 

“Çün insȃn sȗretin buldum Hakk'a hamd-ü senȃ kıldım / Fenȃ ender fenȃ oldum bekȃ-yı cȃvidȃn içre.” O zaman yolculuğumuzu -tespih elimizde- bitirelim. Otuz üç halka. Bu cemadat halkasıdır. Otuz üç halka, nebadat (bitkiler) halkasıdır. Otuz üç halka, hayvanat halkası. Bunun son yedi halkası, insandır. Emmare’deki insan, levvame’deki insan, mülheme, mutmainne, raziyye, marziyye’deki insan. En nihayet geldik kemale. "Dön aslına!"
Neden yaratıldık? Allah'ın zevkinden dolayı. Zevk, aşk... Anan babanı sevmeseydi sen olmazdın veya baban anneni sevmeseydi sen olmazdın.  İşin içinde ne var? Aşk var. Kim o? Hakk'ın ta kendisi. Şimdi vahdeti anlamak, böyle bir şey. Bu yolculuktan geçmedikten sonra vahdet-i vücudu anlamanın, idrak etmenin imkȃnı yoktur. Biz buraya vahdeti idrak etmeye geldik. Ha! Bunu idrak edemezsek ne olur? Böyle sorular gelecek maalesef ki.

Bu yazı 337 defa okunmuştur.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
FACEBOOK YORUM
Yorum