içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

Çay Bir Yap Yahut Yusuf Amcanın Sineması

Takvimin 1974-1980 yıllarını gösterdiği zamanlardı. 
Bir Yusuf amcamız vardı rahmetlik. Nam-ı diger kahveci Yusuf.  Komşumuzdu. Çocukları da sanırım kahvecilik yaparlardı. Detayları hafızamdan silinmiş ama hatırladığım kadarıyla anlatayım.
Kahveci Yusuf  bizim çocukluk ve gençlik çağımızda çarşıda Park Kahvesi dediğimiz yerde hem çay ocağı hem de açık hava sineması işletirdi. Sinemanın kapalı bir bölümü daha vardı. Kerpiçten yapılmış iki katlı bir bina idi burası. Orası da kışlık sinema idi.

Bir grup genç dönemin korku filmlerinden olan Kling serisini izlerken bendeniz Cüneyt Arkın’ın oynadığı “Hacı Murat” serisinin taraftarı idim. Kling korku filmi idi. İskeletten kahraman yaratmışlar, o kahramanla fırıldak çeviriyorlardı. Korkusuz gençler bu seriyi takip ederlerdi. Bizim gibi vatan kurtarmaya çalışan taife ise Hacı Murat ve sonraları Tarkan filmlerini seyrederdi.
O korkusuz gençlerin hallerini görmeliydiniz, gece sabaha kadar uyuyamazdı çoğu. Madem ki uyuyamıyorsun niye gidiyorsun öyle bir filme ulen kereta? Diyeceksin de kime?

Benim gibi Kara Murat’a git. Cüneyt Arkınla fütuhata çık. Sonra Tarkan ve kurt da fena değildi hani. O günün şartlarında biz gençleri avutuyordu. Fakat burada Kara Murat’ın hakkını vermek gerekirdi. Zira Kartal Tibet Cüneyt Baba gibi uçup kaçamaz, on metrelik bir kale duvarına tak tak tak bir kaç saniyede çıkamazdı.
Her kahvecinin bir üslubu vardır bilirsiniz. Simitçinin de karpuzcunun da kendine mahsus bir üslubu vardır. Yusuf amcanın da öyle idi tabii. Sulteşin Osman Amca da iyi çay yapardı ama sessizdi. Hemen kızıveren bir huyu vardı. Öyle Yusuf amcanın sesi gibi:

“Çay bir yaaaaaaaaap!” deyince aşağı Harman yerinden duyulmazdı onun sesi.

Güzel günlerdi, güzel insanlardı. Yusuf Amcanın sesi hala kulaklarımda çınlar durur:

“Çay bir yaaaaaaaaap!”

Ben bu sesin “Bir”ine takılırdım. Bir meclis, çayı ikilerse o yine “Çay iki yap!” demez “ “Bir ilave!” derdi. Bire kaç ilave edilirse edilsin, bir çoğalmaz diye düşünürdüm bu sesi duyunca.

“Çay bir yaaaaaaaaap!”

Bu uzun ve melodik ses çarşıya çıkınca hala kulaklarımda yankılanır durur. Gözümün önünden “Asmalı Kahve”nin resmi geçer gider...

Aslına bakılırsa çay demlemek bir san’attır. Yusuf amca da bağ komşumuz Sulteşin Osman da bu işin ustasıydılar. Sanırım Rizeliler bile onlar kadar güzel çay demleyemezdi. Bakır kazanın üzerindeki o çinko çaydanlıklar ve demin emziğinden çıkan buğu. Bir aşk şiirinin mısraları gibi tavana kıvrılarak yükselirdi.  Yusuf amcanın çaydanlığından çıkan buğuyu insane benzetirdim. Tenhada sessizce ağlayan aşıklar gibi buğunun etrafından damla damla dökülür ve ocaktaki közlerin üzerine düşerdi. Kendimi demliğin yerine koyardım. 

Bu sırada Necatî Ağabeyin uzaktan ayaklarını sürüye sürüye gelişi ve kara gözlüklerinin altından yüzüme bakışı bir başka idi. O sırada ocakta közün üzerindeki  yarısı kararmış çaydanlık gibi hissederdim kendimi.  O tarihte  çaylar orta boy kendir çuvalların içinde gelirdi. Çaykur’un henüz paketlemeyi bilmediği zamanlardı. Fakat Zeki Müren’in, Hamiyet Yüceses’in, Abdullah Yüce’nin, Şükran Ay’ın, Ayten Zenger’in Adnan Şensoy’un şöhreti yakaladığı günlerdi. Bunlar bizim Kızılcabölük âşıklarının favorileriydi. Nerde yanık ses varsa onlarla yangın yerine dönen sineleri vardı hepsinin. Hepsinin gözleri yaşlıydı.

Biz Kemal Süsleyen ile Necati ve Mehmed Ali Ağabeyin annacına oturunca biri uzaktan seslenir:

“Yusuf  Abey, şu bizim plak boş durmasın, döndürüver! Ha yanına da  birer çay!”

Yusuf Amcanın sırası belliydi. Abdullah Yüce ile başlar, Şükran Ay ile devam eder, arada Hamiyet Yüceses dinletirdi:

Bu ne sevgi ah bun e ıztırap
Zavallı kalbim ne kadar harap.
Nasibim olsun bir yudum şarap
Sunda içelim yarim elinden…
*
Gezdiğim dikenli aşk yollarında
Elimden bir kırık saz geldi geçti
Kara talipimden yine bu yılda
Baharı görmeden yaz geldi geçti…

Bu sırada Zeki Müren ve Alaaddin Şensoy’u da dinlediğimiz olurdu tabii…

Yusuf Amca arada Denizli’ye gittiği zamanlarda Mal Pazarı civarındaki plakçılardan yeni çıkan plakları toplar gelirdi. Devir plak devri idi. Rahmetli Ağabeyim Kemal  de müziğe meraklı idi ve iyi bir plak koleksiyonu vardı. Bendeniz Faruk Nafiz’in Han duvarlarından alınan bir kaç beyti ilk kez ağabeyimin plakları içindeki “Yolcu ile Arabacı”  adlı besteden dinlemiştim.

Atları çabuk sür ki köye pek geç varmasın
Sevgilimin gözleri yollarda kararmasın…
Sanırım Suat  Sayın söylüyordu.
 

Necati Ağabey’i en çok hüzünlendiren   şarkı “kahverengi gözlerin” diye başlayan şarkı idi. O günlerde bunu daha ziyade Şükran Ay söylerdi. Boğuk ve ta dipten gelen bir ses. Nereden bilebilirdim ki dostun gözlerinin bal peteğinden damlamış kadar berrak bir kahve olduğunu…

Bizim köyün âşıklarının gönülleri mahzundu, gözleri de yaşlı “Gezdikleri dikenli aşk yollarında” bizi de bir bir sonbahar gazeli gibi peşlerinden sürükleyip gittiler.

Devre-i arşiyye sırrından hepsi haberdardı onların.  “Dikenli aşk yollarında, ellerinden kaç kırık saz geldi geçti!” biliyorlardı. Dile gelen “ah!” gönüllerindeki yangındandı. Çektikleri âhın sırrını çözeyim diye gece yarılarında üç sene Necâtî’nin penceresinin camını tıklattı bu fakir. Saat  gecenin üçünde kapı açılır, sabahlardık. Bir sorunun cevabı sonraki sorunun kendisi olurdu.

Gezdiğim dikenli aşk yollarında

Elimden bir kırık saz geldi geçti

Bilmiyordum…

Yıllardır bu soruyu sordum durdum kendime: “Ya Rabbi bu dünyaya ben niye geldim?”

Meğer  Yusuf Amca’nın sesinde gizliymiş cevabı:

“Çay bir yaaaaaaaaap!”

Çoğu zarar!

Bu yazı 749 defa okunmuştur.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
FACEBOOK YORUM
Yorum