içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

Ayȃn-ı Sabite ve “Ol!”

"Ayȃn-ı sabite" (sabit ayn) de, yani özümüzün var olduğu alanda Hak varlığında ikilik, ikirciklilik yok. Şuculuk ve buculuk, şöylelik veya böylelik, iyilik ve kötülük yok. Orası zat ȃlemi. Onun bir adına da "ahadiyet" denir. Ahadiyette dalgalanma yok. Yani kesret yok. Dalgalanma, ikiliği gerektirir. Yani oluş, ikiliği gerektirir. İyi kötü, güzel çirkin, orada başlar. Oluş dairesine giren iki varlık, iki sıfat çatışır. Esma-i ilahiyye icabı. Çünkü bu oluşta, varlık bu oluş ve olma halindeyken, yani "Hüve" halindeyken çatışma yok. O var.

"Ol!" denince, "Kün!" denince, olma yani "O" kelimesinin yanına "L" ekledik. "Ol!" İş başladı şimdi, çatışma başladı. Şimdi "Ol!" deyince, bütün varlık yani "ahadiyetül ayn" dediğimiz zat deryası dalgalandı. Bu dalgalanma neticesinde ikilikler başladı varlıkta. Hz. Mısrî'ye gidelim.

"Ey Sen! Varlığının özündeki hakikate talip, varlığın özündeki "ahadiyetül ayn" halindeki kesretsiz hale talip!" "Efendim!" dedin, cevap verdin. “Kesret-i emvȃca bakma.” Emvȃc; "mevc" kelimesinin çoğulu. Dalgalar. Denizdeki dalgaların çokluğuna bakma. Kesret-i emvȃca bakma hepsi bir deryȃ durur. Dalgaların çokluğu seni yanıltmasın. Yani o bir bütünün sıfatlarıdır. Sıfatları birlediğin zaman isimleri birlersin. Ayşe, Fatma hiçbir şeyde takılmadı. Kedi, köpek neyse... Ne dedi Yunus? “Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlȃm seni / Seherlerde kuşlar ile çağırayım Mevlȃm seni.” Hepsini topladı bakınız; cem. Hep bütün varlığı kendi vücudunda toplarsa ona "camii" denir.

Sokaktaki cami onun mecazıdır. İnsan-ı kȃmile denir camii. O zaman deryaya bakacağız. Yolcu dalgaların çokluğuna bakar. “Ahadiyetül ayn”a bakmaz. “Vahdet-i vücud”a bakmaz. Yolun sonundaki vahdete gelince "Haa!" der. İşte Yunus'un, "Hak bir gönül verdi bana Haa…” Hak diyecek ya! "K" sini söylemiyor. " “Haa demeden, hayran olur" çünkü o "Haa" nın içinde "Hüve" var. Hüviyet-i zat var, "Hu" var.

Hızır; mânâ adamı

Şimdi vahdeti yaşayacak olan kişinin kimliğinden bahsediyor. Bir dize önüne gelelim: “Ravza-yı hadrayı bilmez Hızır'a yoldaş olmayan / Ab-ı hayvan-ı bu zulmü bilmeyenler sandı mȃ.” Genel okuyucuya hemen intikal etmeyebilir. Çünkü bu kültürü almamış bir insan için zordur.

"Ravza-yı hadra" Hızır'ın bulunduğu ravza demek. Hızır'ın bulunduğu bahçe demek. Bağ, bahçe. Hızır, yeşillik alana denir. Yani "Hızır'ın gezdiği yerde ot biter." derler. Türkçe’deki ot var ya, ot... Hızır demek. Anadolu'da hıdırlık mevkileri vardır. Böyle çayır, çimen olan. "Ravza'yı hadra", Hızır'ın gezdiği yer demek. Neden Hızır'ın gezdiği yere "Ravza-yı hadra" deniyor? Çünkü Hızır, hayat demek. Biz ölüyüz. Bize hayat lazım. O zaman Hızır kimdir? Mȃnȃ adamıdır. Neden mȃnȃ adamı önemlidir insan için? Yol gösterici kılavuz, neden önemlidir? Çünkü biz ölüyüz. Dirilmemiz lazım.

“Ravza-yı hadrayı bilmez Hızır'a yoldaş olmayan.” Hızır'a yoldaş olmayan, Ravza-yı hadrayı yani varılması gereken yeşil alana varamaz. Yeşillikten kasıt ne? Hayat. "Hayat-ı cavidaniye" ulaşamaz. Ölüdür. Neden böyle dedi? Çünkü Hz. Musa ulu'l-azm peygamber. Vahiy alıyor, fakat zahir ilimlerde takıldı kaldı. Çok şey biliyor. Bir gün bir vahiy geldi. “Ey Musa! Bir mȃnȃ adamına yani Hızır'a ulaşmadan, ilm-i ledün terbiyesi görmeden (hadi biraz tebessüm ettirelim), beleşe gidersin. Yazık edersin ömrüne.” Peki ne yapmam lazım Ya Rabbi? "Bizim bir ledün erimiz var. Git ona!"

Adresi bilenler vardır. Gönül ehli. Nasıl navigasyona basınca falan yerden, feşmekan yere götürüyorsa, Hz. İnsan denen, insan-ı kȃmil denen bu ȃlemde kişiler vardır. Onlar her zaman cübbenin, takkenin içinde görünmezler. Onlardan bir tanesine ulaşırsan, adres doğruysa, sen "Ravza-yı hadraya" yani hayat bulacağın mekȃna gidersin. Mȃnȃ vermiş olduk bak, gördüğünüz gibi. Gaye, ab-ı hayata ulaşmak. Yani ölümsüzlük suyuna ulaşmak. Ölümsüzlüğe ulaşmak. Yani demek ki, bu dünyada ölüm varmış. Ama Hz. insan için ölüm yok. Neden? Onlar ruh-ı vasilindir. Onların ruhu, yani yolcusu, Hak'ta yok olur. Hayat-ı cavidaniye ulaşmayan kişinin yolcusu, nefs-i hayvanî’de kalır, kaldığı yerden devam eder. Devam etti yolculuk.  Hayat suyuna, ölümsüzlük suyuna ulaşamayanlar, içemeyenler bu varlık ȃlemini, bu ten ȃlemini, bu zulmü veyahut da çölde serap gibi şeyleri yani bilgi kırıntılarını, su içiyor susuzluğumuz gidiyor vehmiyle yarım yamalak bilgiyle alır. Yani Oxford'da doktora yapsan ne olacak? Falan yerde doktora yapsan ne olacak?

İlm-i ledün tahsili, bütün ilimlerin üzerindedir. İlim-i ledün, kendini bilme ilmi. Hakk'ın rızasını elde etme yoluyla camâline ve kemâline ulaşma sırrını ancak Hızır'ın yoldaşlığıyla elde edebilirsin.  "Mu-sa", iki arada bir derede kalan demek. Şeriatla hakikat arasında, varlıkla yokluk arasında, şununla şunun arasında, berzahta takılıp kalan insan demek. O zaman “Bırak şu takıntıyı Ey Musa. Yola git. Hakikat yolundan git.” Uyandı ve gitti. Yolculuk nereye? Şimdi devam ediyoruz.

Aşk icazeti

Seddeyn, iki kaş, İskender ortasındadır. Burada da şimdi İskender-i Zülkarneyn'e girmemiz lazım. Evvela batıya gitti, sonra doğuya gitti, sonra kuzeye, sonra güneye gitti. Bütün varlık ȃleminin yoklanması demek bu. "Musa şu yolculuğu yap, Hızır'la!"

Hz. Musa'nın yolculuğu nasıldı? Birinci etap; yanına bir genç arkadaş buldu. O biliyordu adresi. "Beraber gidelim." dedi. Gidecekleri yere gittiler. Kızıldeniz veya Bahreyn veya bilmem ne... Her Musa'nın Hızır'ı bulacağı yer farklıdır. Kimin nerede Hızır'a ulaşacağını, insan-ı kȃmilin nerede olduğunu ancak Cenȃb-ı Hak takdir eder. Sen ne kadar gayret edersen, öyle bulunur o. Onunki falan yerde bulunmuş. Her neyse... Tam denizle karanın olduğu yerde bir kaya dibine oturdular. Deniz (vahdet), kara (toprak, kesret). Sembol bunlar. Oturuyorlardı, karınları acıkmıştı. Balık vardı çıkınlarında diyelim, Anadolu tabiriyle. Denizden bir damla su dalgalandı, değdi. Denizden hayat değdi, yani su hayat demektir. Hayat değdi, balık canlandı. Nedir o? Balık canlanmaya başladı. Balığın yarısı kızartılmıştı (şeriat). Yarısı hakikat, duruyordu. Terbiye edilmemişti. Ve canlandı. "Hah!" dediler. Hızır'ın alȃmetlerinden bu. Çünkü ölümsüzlük var. Ölüyü diriltme olayı var. Alȃmetlerinden birisi, ölüyü diriltme olayı. Ve burada en sonunda Hızır'la mülaki oldular. İşte tanıştılar, Yunus'un Tapduk'la tanışması gibi. Hacı Bayram-ı Velî'nin Somuncu Babayla tanışması gibi. Hz. Şems ile Mevlȃnȃ'nın tanışması gibi. İbn-i Arabî'yle falan mürşidinin tanışması gibi vs. Hep aynıdır.

O işte bizim hikayemiz bu diyor. Onu anlatmaya çalışıyor. Hȃsıl-ı kelȃm, tanıştılar.  "Sen benimle yaparsın, yapamazsın..." pazarlık başladı. "Yaparım." dedi.

"Karışmayacaksın işime" dedi. Neden "karışmayacaksın işime" diyor Hızır? Veya Yunus'a Tapduk, neden böyle diyor?
Şimdi, şurada falanca apoletleri olan, makam mevki sahibi olan birisine Tapduk Emre gibi bir insan-ı kȃmilin huzuruna varsak, "Git dağdan odun getir gel, ikinci bir emre kadar!" Böyle dese. Ve bu kırk sene sürse, ne yapar? "Sen ne diyorsun ya!" der, değil mi? Çoğunluk budur yani. Ama Yunus öyle demez. "Eyvallah, Efendim!" der, kırkıncı senede aşktan icazet alır. Aşktan icazetin sebebi yokluktur. “Yok olmayan var olamaz maksudunu hiç bulamaz / Bekle maȃrif kapısını yüz göstere irfȃn sana.”

Dönelim hikâyemize. "Yolculuğu kabul ettim" dedi. "Ama karışmayacaksın." Gemiye bindiler (tarikat, vasıta). Giderken gemide çocuğu öldürdü. "Ne yapıyorsun?” diye sordu. "E hani karışmayacaktın işime?" (Nefs-i emmare.) Deniz, vahdet. Gittiler, bu sefer duvar yıkıldı. Bizim elli sene biriktirdiğimiz bir sürü duvarlar. Bir sürü duvar var denir. Berlin duvarından daha kalın değil mi? "Benim dediğim doğru. Benim bildiğim doğru, seninki yanlış." Sokakta Mevlȃnȃ'yı görse dirsek vurup geçecek adam. Bir sürü hoca kerli ferli. Dirsek vurup geçecek, Mevlȃnȃ kim ya, Yunus kim ya, İbn-i Arabî kim ya? Nedir bu? Benlik.

"Varlığından (benliğinden) soyunup üryan olan anlar bizi." Apoletlerle, kırmızı plakayla evliya olunmaz. İnsan olunmaz. Yoklukla olunur. O zaman, en son kalan duvarları da yıkmak lazım ki, Hızır sana ilm-i ledün öğretsin. Ne oldu işte? Esma öğretildi, ef'al öğretildi, sıfat öğretildi. Özeti, nefsin aslının ruh olduğu öğretildi. Yok olmak nasıl olur, yok olunca nereye varılır, o öğretildi ve gemi yani aşk gemisi, zata ulaştırır seni. Ama Erzurumlu Emrah gibi;

“Tutam yȃr elinden tuta/  Çıkam dağlara dağlara/  Olam bir yareli bülbül/ İnem bağlara bağlara…” Böyle demezsen, elinden kimse tutmaz! O zaman tespihin herhangi bir danesinde takılı kalır, imamesi olamazsın. Biz imamesiyiz, imamede olmak icap eder. Vahdet-i vücut imamede olma olayıdır. İmamede olduğunu bilme olayıdır.

Örtüyü kaldırma yolculuğu

Bir de Hz. Mısrî demişken bir ifade daha söyleyeyim. Gönlüme geldi Hz. Mısrî'nin "Vahdetnȃme" veya "Tuhfetü'l Uşşȃk" diye bir eseri var, orada bir cümle var. Pek çok güzel cümlesi var da mübareğin; "Kişi vahdet-i vücudu, yani vücut birliğini vücudun Hakk'a ait olduğunu bilmezse, o kişi kafirdir." diyor. Net.

Hani, kafir kimdir? Kafir, karanlıkta kalan demek. Hak'tan örtülü olan demek. Hak onda örtülü. O zaman örtüyü kaldırmak lazım. Bu vahdet yolculuğu, örtüyü kaldırma yolculuğudur.

Anadolu Sȗfîliği’nde metod Yunus Emre okumaktır. Hangi tekkeye gidersen ortak dil, Yunus'tur. Yani Hacı Bayram Hazretleri de okuttu, okudu. Onunla derviş yetiştirdi. Elmalı'ya gittik. Elmalılı Vȃhib Ümmî de okudu, okuttu. "Biz Yunus'un dersini evliyadan okuduk" dedi. Mürşidinden Yunus kitabını, divanını okuduğunu söyledi. Hz. Mısrî de şöyle dedi:

“Niyȃzî'nin dilinden Yȗnus durur söyleyen / Herkese bir cȃn gerek Yȗnus durur cȃn bana.”

Yani uzatmayalım, falanca Bektaşi tekkesinde de okutuldu, feşmekanca Nakşi tekkesinde de okutuldu. Bu Niyȃzî Mısrî döneminden yani 17. asırdan sonra Niyȃzî divanı da aynı şekilde okutuldu. Çünkü Niyȃzî Mısrî, vahdet-i vücudun veyahut da tasavvuf denen hadisenin, bir başka deyişle gerçeğin ilmihalini ortaya koymuştur.

Mesela dağdan tepeden konuştuğum zaman, yani vahdet-i vücut nedir? Bu anlatılmaz. "Vücut", varlık demektir. "Vahdet" de birlik demektir. "Varlığın birliği" ne anladın ki bundan? Şu anda bu mevzuyla hiç alakası olmayan birisi, "varlığın birliği" desek, "varlık birdir" desek, bundan bir şey anlamaz. Varlığın bir olduğunu, sahabenin "Ya Resulallah! Hiçbir şey yokken ne vardı?" sorusuna "Allah var idi. O'nunla beraber bir şey yoktu" demesiyle Hz. Ali Efendimizin, "El'ȃn kemakȃn" sözü ipucu oldu.

Tabii bu, bilenle bilmeyenin farkını ortaya koyan bir ifade. Bilen "El'ȃn kemakȃn". Şu anda da Allah var, başka bir şey yok demek. Ama mesela bilme noktasında olanların arasında da dereceler var. Tevhid-i esma sȃliki, tevhid-i ef'al sȃliki, tevhid-i sıfat sȃliki ve tevhid-i zat. Şimdi, tevhid-i zatı, yani Cenȃb-ı Hakk'ın zatından başka bir varlığın olmadığını bilme noktasına gelen kişi, o zaman şöyle diyecek: "Vahdet-i zatı bilenin dili lȃl, aklı mat" "Dili lȃl", konuşamaz. "Aklı mat" aklı ölüdür. O zaman neye benzer? O zatı konuşturmaya kalktığın zaman, denize gidiyorsun, denizin tarifini istiyorsun balıktan. Ama balık nerede yaşadığını bilmiyor, denizi tarif edemiyor. O zaman, e gir de bak. Yok ol, deniz ol. Denizin tarifini deniz bilir. "Cem'i cem-ül cem ile feth oldu ebvȃb-ı hüdȃ" diyor ya! Bunu sadeleştirelim. "ebvȃb-ı hüdȃ" Cenȃb-ı Hakk'a açılan hidayet kapıları.

Ebvȃb, kapılar demek. Hidayet kapıları. Neymiş, hidayet, "El Hȃdî" esmasının sendeki tecellisi. Yani vahdette olmandır. Yani aslımız bizim vahdetti ya! Ahaddiyet’teydik hani biz. Allah'taydık. Şimdi neredeyiz ki? Bilinç halinde değiliz sadece. Kesret-i emvȃca düşünce, elbiseye girince, aslımızı unuttuk.
Allah Dostu; Velî

“Der kamışlıktan kopardılar beni / Nȃlişim zȃr eyledi merd ü zeni.” Hz. Mevlȃnȃ ilk beyitlerde ya, Mesnevî manevinin: “Dinle neyden kim hikȃyet etmede / Ayrılıklardan şikȃyet etmede.” Ne ayrılığı? Ayrı olduğunu zannedenler ayrılıklardan şikȃyet ediyor. Ney, hatırlatma yapıyor. Sen bu değilsin. Senin aslın kamışlıktı, oradan kopardılar. Bu inleyişler nȃlişler, o kopmanın neticesinde başladı. Şimdi biz de mikrofona dokunduğumuz zaman, sesler duyuluyor falan. O cayırtılar cuyurtular, o kamışlıktan kesilirken çıkan testere sesleri vs. İşte dünyada oluşumu falan.

Şimdi, yolculuk yaptığımızı fark ettiğimiz zaman, karşımıza çıkacak ilk insanlık mertebesi cem. Varlığın bütün mahiyetiyle, mȃnȃsıyla sende toplandığını bilme hali. Bildin, cem ettin bütün varlığı. Ama öyle zevkli, öyle gözyaşı dökücü, öyle düşündürücü, öyle hüzünlendirici bir hal ki. Neden biliyor musun? Ayağı kırılmış olan topal bir karıncanın acısı da sende. Dalından koparılmış yaprağın acısı da sende.

Annesiyle hemhal olan bir çocuğun sevinci de sende.

Gözyaşında saklısın. Her şey sende. Hepsini topladın. Acıyı, tatlıyı, güzeli, çirkini. "Ayırmadan çirkin, güzel. Her yerde seni aradım." Oldun camii. Bütün varlığın acısı, tatlısı hep sende. Cemde bir farka geldin ki, kesret bütün yolcu, Hakk'ın varlığındaki makamı üzere, "Ben buradayım" diyor. İkinci cem.
Ucundan açalım. "Ya Rabbi! Bana eşyanın hakikatini göster." Resulullah Efendimiz’in hadisi. Bu sefer ne oldu? "Ya Rabbi! Şu neden, bu yolculukta neden burada?” Veya "Ya Rabbi! Bu yolcu nedir, şu yolcu ne, şu yolcu ne, şu yolcu ne?"

Canım, bütün varlık bir yolcu da işte elbisesi değişik. Ama hepsinin yaratılış hikmetini bilme olayı var. Eşyanın hikmetini bilme olayı. Bu Muhammedîlik işte. İkinci cem denilen mertebe. Eşyanın, varlığın hikmetini bilme olayı.

Birinci cem, Hakk'ı kendimde topladım. İkinci cem, eşyadaki hakikati bizatihi tek tek gördüm. İki cem’in toplamı cemü'l cem ile, iki cem ile açıldı Allah'ın kapıları. "Ebvȃb-ı hüdȃ" hidayet kapıları ikinci cem ile açıldı. Herhalde anlaşıldı değil mi? Demek ki, bunu şöyle makam üzere söyleyelim. Eğer çalışırsan, sana önce İncil gelir; "cem." Fark edersin, Tevrat gelir; Musa. Afakta yürümeye başlarsın. Bu sefer Tur Dağı'nda, Eymen vadisinde çalı ağacından "innien Allah!" sesi gelmeye başlar. (Kasas 30) Taşlardan, topraklardan sesi gelmeye başlar.

Anam zikirle meşguldü, rahmetli. "Duvarlardan ses geliyor." diye bir vecde girdi. Kırk sene tevhidle uğraşmıştı. E duvarlardan da ses gelir. Hz. Hacı Bektȃş-ı Velî duvarı da at gibi yürütür. Neden? Varlık dile geldi artık. Ondan sonra ikinci cem de oldu. Toplamı, cemü'l cem. Hem içeride hem dışarıda Hak'la olma hali. Onun için o ikinci cem'i yaşayanlar, iki ellerini birleştirerek dua ederler. Ve hidayet, iki cem'i birleştirmektedir. İki cem'i birleşen kişi, "Hȃdî" esmasının sıfatının tecellisine uğramıştır. Ona Allah dostu, velî denir. Olay bu.

Gayrıdan geç!

Mısri Hazretlerinin divanındaki ilk nutk-ı şerifi şöyle başlar:

Ey gönül gel gayrıdan geç aşka eyle iktida
Zümre-i ehl-i hakîkat anı kılmış mukteda

Cümle mevcudat u malȗmata aşk akdem durur
Zira aşkın evveline bulmadılar ibtida

Hem dahi cümle fena buldukta aşk baki kalır
Bu sebepden dediler kim aşka yoktur intiha

Aşk, birinci madde. Aşkta karar kılmak, burada “aşk akdem durur" her şeyden akdem durur. Onu da söyleyeceğim. Aşk nedir? Her şeyi "iptidası" (başı). Ondan sonraki beyitte, "intiha" aşk her şeyin sonu. Baş ve son. Ortası, kenarı, orası, burası neyse... Aşktan başka bir şey yok.

Ey gönül gayrıdan geç aşka eyle iktida. Aşkta karar kıl. Neden?

Zümre-i ehl-i hakîkat anı kılmış mukteda

Hakikat ehli denen zümre, kesim, kişiler, Mevlȃnȃ ve etrafındakiler, Tapduk Emre ve etrafındakiler, Hacı Bayram ve etrafındakiler, yani hakikati arayanlar. Yani sen, yani ben. "... anı kılmış mukteda" aşkta karar kılmışlar. Parada karar kılanlar, şöhrette karar kılanlar, akademisyen olup da dünya çapında ilim adamı olma noktasında karar kılanlar vs. Hayır, hayır! Aşkta karar. Şimdi bunun arkasından neler gelecek.

En büyük sünnet: Miraç

"Ya Resulullah! Seni çok seviyorum." Sahabe böyle demiş. "O zaman belȃya hazır ol."  Derken "Allah'ı da çok seviyorum" deyince cevabı gelmiş: "O zaman yokluğa hazır ol."

"Allah" deyince bir sen, bir de Allah olmaz. Yok olursun. Muhammed'i (as) seversen de Taif'e giderken taşlanırsın, tencereye girince haşlanırsın, başına türlü türlü işler gelir. Yani Muhammed sevgisi, varlığın Muhammed'den yaratıldığını anlayınca, onun başına ne geldiyse senin de başına gelmesi gerekiyor. Onun geçtiği köprülerden senin de geçmen gerekiyor.

Muhammed olmak kolay mı? Sünnet; o olmak, onun geçtiği köprülerden geçmek demek. Uykusuz kaldıysa uykusuz, aç kaldıysa aç. Sonra miracı hak edersin. En büyük sünnet; miraç. Sen veya ben bu kalıbımızla miraç edemeyiz ki. Her neyse.

"Zümre-i ehl-i hakîkat..." aşkta karar kıldı.  Aşk bir belȃ. Ta nerelere gidecek buradan.

Şimdi buradaki özeti şu: Aşk, hakikat ehli yani Allah'ta olan kişilerin karar kıldığı bir numaralı merci, makam. Neden orada karar kıldılar?

Ten fâni, aşk bâki
Cümle mevcudat u malȗmata aşk akdem durur

"Cümle mevcudat..." Cümle varlık. Şu, bu, falan yok. Taş, toprak, bitki, hayvan neyse. Uçanlar, kaçanlar, her şey. Bütün şeyler. Mevcudat ve malȗmat ve bilgiye kaçan ne varsa. "Aşk akdem durur" Hepsinin önünde, ilk basamağı akdem, kadem. Orada aşk varmış.

Sen "mevcudat" ile var olmak, "malumat" ile bilgilenmek durumunda mısın? Evet. Hepsinin önünde aşk vardır.

İnsanlığa hizmet. Hacı Bayram Velî Hazretleri’nin dediği gibi; "Halka hizmet, Hakk'a hizmettir."  Başı sonu: Aşk.

Zira aşkın evveline bulmadılar ibtida: "Evveline", "ibtida", "evvel" yani önce bulamadılar. Öncenin öncesi olmayan kimdir? Evvel Allah, ahir Allah, zahir Allah, batın Allah. Demek Allah'mış. "Aşkın evveline evvel bulamadılar." Neden? Evvelin de evveli Allah'tır.

Peki aşk neymiş? Kendisiymiş. O zaman, "Şunu seviyorum, şundan nefret ediyorum." İşte, önüne konmuş fasulye;

"Fasulyeyi sevmiyorum." Böyle aşkı dejenere ettik. Onun için, Peygamber Efendimizin sözlerine bakın. 

"Sarımsak bir bitkidir, kokusundan ikrah ediyorum.

"Sarımsaktan hoşlanmıyorum. Sarımsağı sevmiyorum.

Yemekte sarımsak kullanmayın." demiyor. "Kokusundan biraz ikrah ediyorum." diyor. Neden? Sıfatını açıyor. "Ya Rabbi! Neler yapıyorsun?" demiyor.

Türkülerimiz, "Kahpe felek sana ne ettim, ne eyledim" diyor. "Attın gurbet ile pȃrelerimi" diyor. Neye? "Feleğe" yükledi olumsuzluk sıfatını.

"Ya Rabbi! Yaptığını beğeniyor musun?" (Estağfurullah, Hȃşȃ ve kella) demedi. Zatına gider. "Şunu sevmiyorum" dersen zatına gider. "Ya, şunun da şurasından pek hazzetmiyorum." Onu da söylemek, “dili lȃl aklı mat olan" vahdet ehline yakışmaz. Demek ki her şeyin başında aşk varmış. Bir daha soralım. Aşk neymiş? Allah'ın kendisi.

“Hem dahi cümle fena buldukta aşk baki kalır.” Her şey yok oldu. Çünkü var olan yok olmak mecburiyetindedir. “Ten fanidir, ruh ölmez çün gitti geri gelmez / Ölür ise ten ölür cȃnlar ölesi değil.”Herkesin diline pelesenk olmuş bu. "Ten fanidir..." Ten, şöyle dokunduğumuz zaman, henüz gözümüzle göremediğimiz hava zerrelerinin tamamı bir tendir. "Ten fanidir..." nedir? Dönüşüyor. "Ruh ölmez" onun içinde bir ruh var, can var. O yolcudur.

Her yolcu, insan olmaya adaydır. Hz. insana, ona dönmeye adaydır. İşte, "Hem dahi cümle fena buldukta..." bunların hepsi fani olacak, yok olacak ama, "aşk baki kalır".  Kalıcı olan nedir? Allah'tır. Aşk baki. Neden bahsediyor?

Cenab-ı Zât Cenâb-ı Aşk’tan bahsediyor

Aşk, Allah'tır. Bundan ötesi yok. Cenȃb-ı zat, Cenȃb-ı aşktan bahsediyor. Sende karar kılınca muhabbet; fevkalade güzel bir insan olursun. Dönüştüre, dönüştüre, dönüştüre aşk, merkez, bir numara, çıkış noktası: O.

O sevgiyi içine yerleştirir, sıfatlar ȃleminde tecelli ettirir. Gene kendisi, döndürür gene ȃşık olursun, gene kendisi. Vahdet-i vücut anlatılmaz. Aşk ile yaşanır.

İslam tasavvufunun gayesi, sufizm veya mistisizm gibi isimlerle dünyada anlatılan bütün yollar, ekoller, anlayışlar, idrakler üstünde bir İslam tasavvufu vardır. Dinimizin diyanetimizin hakikati, İslam tasavvufudur. Peygamberimizin hakikati, bu da şudur: “Sen seni bilmektir Pir’e ülfetten garaz / Noktayı fehmetmektir ilm ü hikmetten garaz .”

İlim bir noktadır. Mesele onu anlamaktır. İşte, denizde yürüyüvermeler, havada uçuvermeler, şunlar, bunlar... Bunlar değildir gaye. Hakk'ı bilmektir. Hakk'ı bilmek için de insan olmamız icap eder. İnsan-ı kȃmil olmamız icap eder. Bunun yolu yordamı da aşk ile yol almaktır. Yolculuk yapmaktır. Hz. Musa gibi, bir Hızır eşliğinde aşk denen vasıtayla hakikate ulaşmaktır, vesselam. 

Bu yazı 663 defa okunmuştur.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
FACEBOOK YORUM
Yorum